Düşüyorum. Keyifli bir yürüyüş için ceplerime soktuğum ellerimin yokluğunda düşüyorum. Oysa şimdi ellerim serbest olsa, avuçlarımla zemini karşılar, bu işi bir iki sıyrıkla atlatırdım. Olmuyor. Ellerimi cebimden kurtaramıyorum. Bozuk para çıkarırken bile ellerimi bırakmayan dar kotum, bu en dar zamanımda da salıvermiyor ellerimi. Beni kurtarmak konusunda yalnız kalan ayaklarım, düşmeyi tökezlemeye çevirmeye çalışırken aksi gibi hızımı artırıyor. Eller olmadan durum fena! En azından tekerleri açılmayan bir uçak gibi zemine sürtünerek iniş yapmayı beklerken bir anda kafamı sert bir yere çarpıyorum. Bu ne şanssızlık, tam zeminle bulaşacakken bu alçak duvar da nereden çıktı? Ey hayat, zaten elleri cebinde bir insanın düşerken bir de kafasıyla duvara toslaması biraz fazla değil mi? Çarpma sonrası, nihayet kottan kurtulmuş ellerim, olay mahalline geç intikal etmiş polisler gibi kafamı yokluyor. Ayak sesleri duyuyorum. Haykıran bu insanlar da kim? Neden İngilizce konuşuyorlar? Kendi arkadaşlarım nerede? “We need ice!” diyor biri, diğeri “Don’t move!” diyerek ayağa kalkmamı engelliyor. Neler oluyor? Fantastik bir geçişle yurtdışına mı düştüm? Beyin travması dedikleri bu mu? Kafamı çarpınca algım İngilizceye mi döndü? Toparlanıp ayağa kalkmak istiyorum. İzin vermiyor İngilizce konuşan. Galata Kulesi’ne yakın olduğumuza göre bir turist olmalı bu. “Don’t move!” diyor sürekli. Why? Biz Türkler her yıkımın ardından derhal ayağa kalkıp “Bişey yok, bişey yok!” demeyi bir borç biliriz. Biz bu toprakları yıkılmak ve ayağa kalkmak üzerine inşa ettik. Yaralananlar, etrafındakileri sakinleştirir bu coğrafyada; mağrur, direngen ve kararlıyızdır. Kalkmak için yeniden hamle ediyorum ama nafile, turist bastırıyor, üstelik bir bebek gibi yan çeviriyor beni. Sanki kafasını çarpan doktorların kalkmaya hakkı varmış gibi, “I’m a doctor” diyorum turiste, oysa görünüşe göre “I’m a miserable.”
Direnmek faydasız. Hâlâ yan yatıyorum. Neden kalkamıyorum? Durumum çok mu kötü acaba? Olmayacak gibiyse üç kere öpüp bir kenara koysunlar beni. Yattığım yerden karşıdaki müzik dükkânının vitrininde bir sürü saz görüyorum. Sahi, düşerken yanımda arkadaşlarım vardı benim. İçki arkadaşlarım, saz arkadaşlarım... Nerede onlar? Kendi ülkem neden yardım etmiyor bana? Kafamı kaldırınca arkadaşlarımdan birini kenardan dehşet içinde bana bakarken buluyorum. Gelişen uluslararası olaylar karşısında figürasyona düşmüş, ya da hakkını yemeyeyim Hollywood’ta kendisine yer bulan Tamer Karadağlı’ya dönüşmüş. Diğeri ortalarda yok. Ah güzel arkadaşlarım benim, belli ki benimle birlikte ruhen düşmüşler. Kaos ortamında geri çekilip, tıp konusunda daha ileri olan dış güçlere beni teslim etmişler. İçerken hepimiz bir numaraydık oysa. Elinde buz torbasıyla koşarak diğer turist geliyor, peşinden biraz önce ortalarda görünmeyen arkadaşım beliriyor. Belli ki, arkadaşım “Buz var mı abi?” diye etrafta dolanırken, Türkçesi olmamasına rağmen esnaftan buzu kapan turist olmuş. Ülkecek nasıl bu kadar geriye düştük biz?
Buz çok iyi geldi. İngilizce “Buz çok iyi geldi,” demeye çalışıyorum ama çarpmanın etkisinden olacak, “Ice is a very good,” diyorum. Travmanın kıyısında İngilizce bu kadar olur. Travma görmüş bir beyni İngilizceye zorlamanın, bu haldeyken bile İngilizce gururu yaşamanın Türkçede karşılığı salaklıktır. “Don’t move,” diye diye kaç dakika geçti bilmiyorum, ama kafamda buzla, hâlâ yan yatıyorum. Bir kere daha deniyorum kalkmayı. Turist yine izin vermiyor. Tamam anladık, don’t move da, biraz da don’t panic be turist. Bu tip durumlara Türkçede “kafa travması” denmez, “sarhoşluk” denir, bazı yörelerde “zerhoşluk”, arkadaşlar arasında “kafa bi dünya”, aile içinde “kör kütük” denir, daha şiirsel istersen “adam leyla” denir. Bırak da kalkayım artık turist! Bak ne güzel buz getiren turist görevini tamamlayıp gitti. Sen de git. Kaza falan geçirmedim ben. Adam gibi içmeyi bilmeyenin, içtikçe büyük laflar edenin, büyük laflar ettikçe daha çok içenin düşüşünü yaşıyorum yalnızca. Daha nasıl anlatayım sana yabancı? Normalde düzenli bir hayat yaşayan insan, bütün coşkusunu bir geceye sığdırmaya çalışırsa, gün gelir o coşku yıkar adamı. Anlasana bir tür ceza bu. Bir mekânı diğerine “burdan nereye gidiyoruz abi?” diye bağlamanın, mekânları uca uca eklemenin, artık eve dönülmesi gereken vakitlerde “bir bira daha”lara yürümenin cezası. Bir geceye sığmayacak ölçüde sosyalleşirken düştüm ben. Kafam değil şımarıklığım vurdu duvara. Üstelik düşmesem daha da coşacaktım. Biradan kokorece yürüyecekti bedenim. Doymayacaktım. Anlıyor musun beni yabancı! Bu duvar “Eve dön!” dedi bana. Bu duvar, bundan böyle benim gibilerin utanç anıtıdır. Ben cezama razıyım yabancı. Biz bu topraklarda günahları ve cezaları ertesi güne bırakırız. Utanmanın vakti sabahtır bizde. Bana değmez yabancı, bırak da kalkayım. Geç de olsa evime gidip bir güzel uyuyayım.
Arkadaşlarımdan öğrendiği Türkçeyle, “Bu kaç?” diyor yabancı, “two,” diyorum. “Bu kaç?” “Four.” Gözlerime dikkatle bakıyor. “Are you okey?” Okey, okey... Nihayet bırakıyor beni. Sırayla elini sıkıp teşekkür ederken adının Kenneth olduğunu öğreniyoruz. Arkadaşlarımla birlikte taksiye doğru yürürken bir an dönüp yeniden, “Thanks a lot” diyorum Kenneth’a. Kafamda tuttuğum buz torbası, selamlamak için kullandığım bir şapka adeta.
Bilim çok açık. Bilim, akvaryum balıklarının ortalama 26 derecede rahat edeceğini, tavukların 27 derecenin üzerinde strese gireceğini söylüyor. Tavuğun stres derecesini dahi ölçen bilim, bir insan yavrusunun kaç derecede uyuması gerektiğini bilmez mi? Bilir. Cihan, çocuğunun kaç derecede uyuması gerektiğiyle ilgili karısı Zeynep’le günlerdir süren ...
Masanın bir tarafında yediği tavuk kanadına övgüler düzen ve övgülerini ağzını şapırdatarak taçlandıran bir erkek var. Diğer taraftaysa, tavuk kanadı övgülerini dev şapırtılar arasında anlamsız sesler olarak algılamaya başlayan öfkeli bir kadın yer alıyor. Tavuk kanatlarına ses veren bu adam, karısının patlamak üzere olduğunun henüz farkında değil. ...
“Sen ne yiyorsun?” dedi. İşaret parmağı, soruyu sorduğu kişinin yüzünü gösteriyordu. Belli ki bu parmak cevabı alıncaya kadar gerginliğini koruyacaktı. Parmak sabırsızdı, vakit geçiyordu, cevap bir türlü gelmiyordu. Gergin parmak, “Evet!” diyerek acele etmesini istedi. “İskender” dedi tehdit altındaki çocuk. Parmak, şeklini bozmadan yatay olarak ka ...
Granyöz, kısa bir süre önce huzur içinde ölmüş gibi parlak parlak bakıyor. Palamut,kendi mevsimi olduğunu ispat etmek istercesine yay gibi geriniyor. Çipuralar, çiftlik işine giren ilk tür olmanın gönenciyle sayı üstünlüklerini koruyor. Jumbo karidesler, mutfaklara kalite getirme iddiasıyla vizyon sahibi insanları bekliyor. Çiftlik olmadığını iddia ...
Sahil beldelerinde online erişimin bir şekilde tıkandığı, yazlıkçının bizzat merkezdeki bir kurum binasına gitmek zorunda kaldığı durumlara hâlâ rastlanabiliyor. Kışın su saatleri yanlış mı okunmuş, şimdi fahiş bir rakam mı çıkmış, yan komşu gidip itiraz edince düzeltme mi yapmışlar, “bu resmen eşkıyalık” karşısında bizler de gidip itiraz mı edecek ...
Akşamüstü Philip Roth’un “İnsan Lekesi” isimli romanını okuduğum terasımda, gece yarısından sonra “Hap Koydum” şarkısıyla kalça tokuşturacağımı tahmin etmiyordum. “Tüm apartmanın sahibi” mertebesinden, yıllar içinde daireleri sata sata “apartman yöneticiliği” sıfatına kadar düşmüş İsmail Tapan tarafından “yüksek ses” ve “münasebetsizlik” suç ...
“Suluğun nerde? Suluğunu kayıp mı ettin? Nerde suluk?” Çocuktan cevap gelmiyor ama anne hızla sormaya devam ediyor: “Okulda mı unuttun suluğu? Oğlum cevap versene, okulda mı unuttun yeni aldığımız kırmızı suluğu?” Hayatımda hiç bu kadar art arda “suluk” dendiğini duymadım. Çocuk bu hastalıklı sorguyla ilgilenmeyince, anne bu defa yanındaki y ...
Terk ettiğim zamanı yeniden kazanmak ve kişisel evrenime büyülü nağmeler katmak için kulaklık kullanmaya karar verdim. Kırk yaşımı çoktan devirmeme rağmen, hayata yeniden başlamanın kendim için yeni bir şeyler satın almaktan geçtiğini sanabiliyorum. Hayatım, kendi dizaynımı yaratmak yerine başkalarınınkini taklit etmekle geçtiğinden orijinal bir ka ...
Ürgüp-Göreme-Safranbolu gibi yerler için henüz yaşımızın erken olduğunu, fazla yöreselliğin ve aşırı doz bakraçta ayranın bize ağır geleceğini anlatmaya çalıştıysam da dinletemedim. Yapacağı geziler öncesi yörenin ümüğünü internetten sıkan bir arkadaş, “Abi Safranbolu Unesco tarafından ‘Dünya Miras Listesi’ne alındı,” diyerek planlanan otantik gezi ...
Nice insan, ağrılar ve öleceğine dair kaygılar içinde acile gitmiş, gerekli tetkiklerin ardından o gün ölmeyeceği ima edilerek eve geri gönderilmiştir. Gerçekten de eve gönderilen insanların büyük bir çoğunluğunun ölmediği ve üstelik ertesi sabah işe gittiği görülmüştür. Tıp bazen bir ima bilimidir, insana olan saygısı dolayısıyla, kalkıp gece yarı ...
Loş ışıkta yüzü asla görünmeyen, fakat dev bir cüsseye sahip olduğu anlaşılan adam sürekli kahkahalar atıyor. Sol elinde yalnızca kadim sırları bilenlerin tanıyacağı armalı bir yüzük var. Yüzüklü elinde tuttuğu purodan dış mihraklara özgü yoğun dumanlar yükseliyor. Sağ elinin altındaysa sürekli okşadığı bir kedi yatıyor. Kedinin adı Opus. Yıllardır ...
“Tünel’deyim kahvemi içip ayılmayı bekliyorum,” dedi telefondakine. Artık duymaya alıştığımız standart bir başlangıç bu. Son yıllarda kahvesini içmeden kendine gelemeyen insan popülasyonuna her gün yenileri ekleniyor. Sanki kahvelerini içmezlerse o gün ayılamayarak ertesi güne devredeceklermiş gibi davranıyorlar. Çağdaş dünya için kahvenin tılsımı ...