Kim derdi ki günün birinde onun yazdığı gazetede, belki de onun köşesine kurulup Kadıköy yazıları yazacağımı?
Moda çay bahçesinde buluştuğumuz günü hatırlıyorum. Bana yeni projesinden söz etmişti. Sıradan insanları izliyor, portrelerini hafızasına kazırken zihninde hikâyelerini kurguluyordu. Hatta bazen fotoğraflarını bile çekiyordu. Aslında kalemi o kadar güçlüydü ki, fotoğraf gereksiz gibi gelmişti bana. İşe Kadıköy’den başlamıştı, fakat yaşamının çeşitli dönemlerinde kaldırımlarını eskittiği İstanbul’un farklı semtlerinden insan portrelerini hikâyeleştirecekti.
Bana göre heyecan verici bir projeydi. Bir mizahçı olarak karikatürlerimde çizdiklerim bu insanlardı, bakarken görürdüm. O ise çizgi yerine sözcükleri kullanarak kahramanlarına yepyeni bir yaşam tasarlıyordu. Bakarken görmenin ötesine geçiyordu, çünkü ona göre ‘herkesin bir hikâyesi, bir masalı vardı ve kişi büyüdükçe bu masalından uzaklaşırdı’.
2010 yılında, İstanbul Avrupa Kültür Başkenti projeleri kapsamında Heyamola Yayınları, İstanbul’un semtlerini anlatması için kırk edebiyatçıya başvurmuş, yazarların kırk yaşını aşmış olmalarına ve söz konusu semtlerle az çok bütünleşmiş olmalarını şart koşmuştu. ‘Kırk’ kriterine uygun bulunmuş olmalıyım ki, Moda’yı yazmak üzere son anda projeye dahil edilmiştim.
Teklifi bana ileten dostum Turgut Çeviker’e onun da adını zikrederek, “İyi de Moda’da onca ünlü edebiyatçı dururken neden ben?” diye sorduğumda aldığım yanıt aslında bir yazarı cesaretlendirmekten uzaktı: “Moda hakkında o kadar fazla yazılmış ki kimse tekrar yazmak istemiyor!”
Fakat huyum kurusun, bu sözleri bir meydan okuma olarak algılamıştım! Heyamola Yayınlarının genel yayın yönetmeni Ömer Asan’a, “Yazarım ama semt monografisi olmaz, kendi üslubumla insan manzaraları çizerim” demiştim. Moda Sevgilim kitabı öyle oldu.
O ise Kadıköy’ün ardından Şişli’ye, Beyoğlu’na, Eminönü’ne götürdü bizi… Kadıköy’de Cuma, Şişli’de Salı, Eminönü’nde Pazartesi insanlarının, Beyoğlu’ndaysa ‘Pazarın yalnızlarının’ yine kendi deyişiyle ‘teğet geçen hayatlarını, geleceğe dair kaygılarını, kalmakla gitmek arasında bocalayışlarını ve söylenemeyen gerçeklerle iç içe geçen hikâyelerini’ şiir kıvamındaki satırlarıyla resmetti… Öykülerinin birinde, Kadıköy vapurunda karşılaştığı bir kahramanını şöyle konuşturdu: “Bu hikâyeyi bir yazara anlatmak isterdim. Tam romanlık, değil mi? Sen neden yazmıyorsun diyeceksiniz. İnsan en derin acılarını yazamaz ki…”
Ömrü vefa etseydi kim bilir daha ne ilginç İstanbul simalarıyla tanışacaktık?
Arkadaşı ve meslekdaşı Buket Uzuner, muzipliklerinden söz eder fırsat buldukça. Mizah edebiyatçının doğasında vardır. Onu seksenli yılların sonlarına doğru tanımıştım ilk. Henüz şan şöhret kazanmamış, yazma tutkusuyla kıvranan toy bir delikanlıydı. Birkaç arkadaşıyla birlikte Hokka adında bir edebiyat dergisi çıkarıyorlardı. Ben ise onun ‘en sevdiği marka’ (!) dolmakalemleri üreten şirketin henüz çiçeği burnunda yöneticisi pozisyonundaydım. ‘Hokka’ ile ‘dolmakalem’ karşılaşınca, etkileşim kaçınılmaz olmuştu!
Kısa bir süre sonra yeniden görüştüğümüzde toy delikanlının yerinde karşımda Bir Şehre Gidememek adlı kitabın yazarıyla Haldun Taner Öykü Ödülünün sahibi duruyordu. Kutlayıp hatırını sorduğumda aldığım yanıtı unutamam: “Sorma, hayatım çok zorlaştı! Ödülden önce ailem yazdıklarımı ciddiye almaz, yaptıklarıma pek karışmazdı. Şimdi ise sürekli baskı altındayım, ne duruyorsun, oturup yazsana diyorlar!”
Yazdı da. Kitaplarını saymadım, fakat altı yıl emek verdiği İstanbul Bir Masaldı adlı kitabıyla 2000 yılında Yunus Nadi Roman Ödülünü kazandığını iyi biliyorum. Bu başarısından ötürü kendisini kutladığımda, biraz da hınzırlık olsun diye, “Daktilonun nokta tuşu arızalı galiba, dokuz yüz sayfalık kitabında neredeyse tek bir cümle var” deyip kendimce dalgamı geçmiştim.
Unutmamış! Dinleyicileri arasında bulunduğum bir söyleşisi esnasında bana bakarak, “Son kitabım tam sana göre İzel, okumakta güçlük çekmeyeceksin, cümleler kısa…” diyerek herkesin önünde rövanşını almıştı.
Mario Levi’yi bundan bir yıl önce, 31 Ocak’ta yitirdik. Henüz 66 yaşındaydı. Bu köşede yad etmek bana nasip oldu. Eserleriyle hep var olacak.