Geçtiğimiz ekim ayının ortalarında, aralarında benim de bulunduğum yaşları 75 dolaylarındaki 30 erkek, Bodrum’daki bir sahil otelinde buluştuk. Bu toplantının tek amacı vardı: Hasret gidermek! Üç gün boyunca Saint Joseph Lisesi’ndeki öğrenci kimliklerine kavuşan ihtiyar delikanlılar, ne politika, ne dünya halleri, ne de ekonomi konuştular. Hatta futbol bile gündem dışıydı. Sadece altmış küsur yıl öncesinin anıları canlandırıldı.
Bu ezeli dostluğu, büyük bölümümüzün yatılı okumuş olmasına olduğu kadar, bazılarımızın yolunun 9-C sınıfından geçmiş olmasına borçluyuz. Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı’nı aratan, öğretmenlerin ifadesiyle tam anlamıyla kabus bir sınıftı 9-C. Zaten eğitim yılının sonunda sınıfın yarıdan fazlası -o zamanki jargonla- doğrudan çakmıştı! Aslında çakmak bütünlemeye kalmaktan iyiydi, zira yaz boyunca ders kitaplarının kapakları açılmazdı!
Gelin görün ki, bu kabus sınıfın sıralarında pantolonlarını eskitmiş olan ‘Haylazlar Çetesi’nin hemen bütün kahramanları, ilerleyen yıllarda mesleklerinde başarıdan başarıya koşacak, içlerinden büyükelçiler, siyasetçiler, akademisyenler, sanayiciler, hukukçular kadar, müzisyen, şair, yazar gibi çok yönlü sanatçılar çıkacaktı.
Yedi kuşak Kalamışlı olmakla övünen Seyhun iyi de bir yelkenciydi. Sınıfta tam arkamda otururdu. Eğlencelerimizden biri, ince plastik tükenmez kalem borularının içine sıkıştırdığımız portakal kabuklarını üfleyerek birbirimize fırlatmaktı. Hedefe nişanlanan portakal parçacığı mermi gibi fırlardı kalemin boş gövdesinden! Arada sırada öğretmenin kürsüsüne bile isabet ettiği olurdu. Bu nedenle öğretmenlerimiz sırtlarını sınıfa dönmezdi!
Sınıfın çoğunluğu gibi ben de yatılı okuyordum ve okulun katı disiplin kurallarına uyum sağlamakta zorlanıyordum. Yatakhanede herkes uyurken battaniyemin altında gizlice radyo dinler, cılız fener ışığında sabaha kadar kitap okurdum. Öyle olunca da gündüz uyuklamaktan kendimi alamazdım. Sıramın üzerinde kestirmem en fazla Seyhun’u rahatsız ederdi. Haşarılıklarının öğretmen tarafından görülmemesi için dik oturmam şarttı. Arada bir “uyan ulan!” diyerek ayağıyla beni dürtmesine ses çıkarmazdım, ama kulağıma portakal mermisi isabet edince canım yanar, bir hışım arkama dönüp Seyhun’a girişirdim. Haliyle de öğretmene yakalanan ve zararlı çıkan hep ben olurdum!
Yıllarla birlikte hayat mücadelesi, kariyer, evlilik, ebeveynlik falan derken yollarımız ayrıldı. Ta ki eşimle birlikte briç turnuvalarına katılmaya başladığımız günlere kadar. Melda ve Sadun Binzet çiftiyle öyle tanıştık. Kalamış’ta oturuyorlardı. Müşterek tutkumuz briç oynamak olunca sık görüşmeye başladık. Sonra, günün birinde, soyadı benzerliğinden hareketle, bizim meşhur 9-C sınıfından Seyhun Binzet’le akrabalık derecelerini sordum. Melda hanımın “O bizim oğlumuz ayol!” yanıtı Seyhun’la yıllar sonra yeniden buluşmamızı sağladı.
Sınıf arkadaşım okumaya doyamamış, Saint Joseph’i bitirdikten sonra Belçika’da kimyager olmuş, İskoçya’da uzmanlık mertebesine ulaşmış, Boğaziçi Üniversitesinden doktora, Dallas North Texas ile Tallahassee Florida State’den post doktoralarını elde etmişti.
Arada önemli bir hobi edinmişti: Eski kartpostal koleksiyonu yapıyordu. Kendisini ‘kartofil’ olarak tanımlıyordu. Küçükken babaannesinin eski fotoğraflarına bakarak başlayan merakı, tahsil için Avrupa’ya gitmesiyle iyice artmış, Paris sahaflarındaki Türkiye çıkışlı kartpostalların çokluğuna şaşırıp onları biriktirmeye başlayınca, yıllar içinde sayısı yirmi bini aşan bir kartpostal koleksiyonunun sahibi olmuştu. Abdülhamit dönemini kartpostalın altın çağı olarak tanımlıyordu. Seyhun’a göre o dönemin katı sansürünü bir tek kartpostallar delebiliyordu. Çoğu mektuplar sansür nedeniyle sahiplerine ulaşmazken, açık olan kartpostallar gözden kaçıyormuş. 1880’lerin e-postası ya da sosyal medyası meğer kartpostalmış!
Bu bilgiler karşısında, sınıf arkadaşımdan tekmelerinin intikamını almamın günü gelmiştir diye düşündüm ve “Gel sana bir tematik kartpostal sergisi açalım” dedim. Kısa bir tereddütten sonra, eşi Canan’ın da cesaretlendirmesiyle kabul etti.
İlk sergi 2001 yılında “Kartpostallarda Osmanlı Kadınları” başlığı altında Galata’daki Schneidertempel Sanat Merkezi’nde açıldı. Onu “Eski Kartpostallarda Gözyaşı ve Tebessüm Yılları" adını taşıyan ve 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla başlayıp, 6 Ekim 1923'te İstanbul'un kurtuluşu ile son bulan tarihi kesiti anlatan sergi izledi. Sonrakileri sayamadım gitti…
Seyhun Binzet yalnız İstanbul’da değil, İzmir’den Çanakkale’ye çeşitli illerde, hatta Londra’da bile sergiler açtı. Önümüzdeki 6 aylık programı ise bir hayli yoğun. Hepsi birbirinden ilginç tematik kartpostal sergileri bizi bekliyor. İstanbul Yelken Kulübünde 7 Kasımda açılan “Deniz ve Gastronomi” sergisini takiben, bu ay Fenerbahçe Kulübü’nün katkılarıyla CKM’de “Papazın Çayırından Saraçoğlu Stadına” başlığı altında Fenerbahçe stadı ve çevresinin gelişimini izleyeceğiz.
Yeni yılla birlikte Süreyya Operası’nda açılacak olan “Kartpostallardaki Eski Notalar ve Nota Albümleri” sergisinde Osmanlı’dan başlayıp çok sesli Türk müziğine geçiş notalarını içeren kartpostal ve nota albümlerini görebileceğiz.
En çok merak ettiğim, mart ayında CKM’de açılması planlanan “Hayırsızada Sürgünü” sergisidir. Bilindiği üzere 1910 yılında İstanbul'da yaşayan 80 binden fazla sokak köpeği, toplu bir şekilde İstanbul açıklarındaki Sivriada’ya bırakılarak ölüme terk edilmişti. Seyhun Binzet’in kartpostalları o dönem yaşanan vahşeti gözler önüne serecek.
Bu kadar sergiyle nasıl başa çıkıyorsun sorusuna aldığım yanıt, “Dostlarımın sayesinde!” oldu. Gerçekten harika bir ekip kurmuş Seyhun. Sınıf arkadaşlarımızdan mimar ve reklamcı Engin Özden ile Fenerbahçeli yazar Barış Eymen, İstanbul Yelken’den Deniz Akyıldız ve Ayşe Slovogt kendisine yardımcı olan dostları. Anlaşılan “onlarsız bu sergileri hazırlayamazdım” diyen ‘kartofil’ Seyhun Binzet’in geçmişe yolculuklarını daha uzun yıllar keyifle izlemeyi sürdüreceğiz…
“Bereketzade’yi tek bir sözcükle özetleseydiniz hangisini seçerdiniz?” Yukarıdaki sorunun sahibi Postane’nin etkinlik ve topluluk koordinatörü Elifsena Biroğlu’ydu. Bir Mahallede Kozmopolit Kenti Aramak: Bereketzade başlıklı podcast serisinin tanıtımı için 4 Ekim günü Galata’daki Postane Hol’de düzenlenen panelin, bazı ‘komşularımızla’ birlikte, ...
Bilindik bir fıkra ile başlayalım. Emekli olduktan sonra eşiyle birlikte Toronto’yu terk ederek Ontario bölgesinde, göl kenarındaki küçük bir eve yerleşen Kanadalı mühendis, kapısının önünde kışlık odun kesiyormuş. Bu esnada sırtında baltasıyla bir Kanada yerlisinin ormana doğru yürüdüğünü görmüş ve seslenmiş: “Hey arkadaş, kış nasıl olacak?” Yerli ...
Futbola ilgim ve sevgim küçük yaşlarımda başladı. Hatta o kadar küçüktüm ki, salondaki lambalı koskocaman radyodan yankılanan spikerin heyecanlı sesi, “top kale alanında” diye haykırdıkça, hayalimde Rumeli Hisarı’na benzer bir yapının karşısında konuşlanmış bir top arabasını canlandırırdım. Sıkı bir Fenerbahçe taraftarı olan babama inat, o günlerde ...
Boynumda eğreti duran bir kravat, üzerimde yazlık ceket, elimde renk renk kravatlarla dolu bir karton kutu, vestiyerin önünde dikilmiş, nişan davetimize icabet eden arkadaşlarımızı karşılıyordum. Yıllardan 1974, günlerden 28 Temmuz’du. Hava öylesine sıcaktı ki, astarsız olmasına rağmen “yüz kilo” çeken ceketimin içinde buram buram terliyordum. Arka ...
Tuhaf bir soru değil mi? Yanıtlamadan önce neden böyle bir başlığa gerek duyduğumu anlatayım. Takip edenler bilir, 2025 yılının başından beri bu köşedeki yazılarımın konuları Kadıköy semti ve tanış olduğum kimi Kadıköylüler hakkındaydı. Bu ay istisna yapmamın nedeniyse bir okur mektubu. Okurlardan gelen e-postaları genellikle özelden yanıtlarım, ...
“Semtin ikonik isimleri varmış. Peki, şimdi var mı öyle kişiler? Misal bundan 50 yıl sonra biri Moda’yı yazsa, bahsedecek isim bulabilir mi? Güzel bir soru! “Yok, azalıyor, kalmayacak” desem -ki muhtemelen beklenti o yönde- geçmişe özlem duyan, değişim karşıtı “dinozorlar” sınıfına hoşgeldiniz! “Var, Moda’nın semt kimliği köklüdür, sağlamdır, he ...
Siz hiç gökyüzünü mora boyadınız mı? Ya da denizleri papaya turuncusuna? Ağaçların yapraklarını burgonya bordosuna, insanların suratlarını çağla yeşiline? Küçükken öyle yapardım. Nedense ergenliğe ulaştığımda anlaşıldı renkleri ayırt edemediğim. Ama o zamana kadar resimlerimi kasten, sırf muzırlık olsun diye bozduğumu zanneden ilkokul öğretmenimden ...
Hani tv’deki durum komedilerinde (sitcom), aile içinde mutlaka muzip bir kardeş, enişte, kayınço ya da bacanak ön plana çıkar ya, her daim pozitif enerjiyle yüklü, bulunduğu ortamı neşelendirip hareketlendiren, herkes tarafından sevilen, müstesna bir kişilik… rahmetli bacanağım tam da böyleydi işte, çocuk tarafını canlı tutmayı başaranlardan! An ...
Bundan yıllar önce, ikinci ile üçüncü cemre arasındaki günlerden bir sabah, Yaren leyleğin atalarından biri, koordinatları iyi ayarlayamamış olmalı ki, su ile toprak sınırındaki bir yere bırakıvermiş beni! Balık burcunda doğanlar biraz böyledir işte, kâh suda, kâh karada. Bugünlerde herkes güzel umutlarla baharın gelişini gözlerken, ben heyecanl ...
Kadıköy yepyeni bir değer kazandı! Yılın ilk günlerinde Moda’da açılan Turhan Selçuk Kültür Evi’nden söz ediyorum. Bence Türk karikatür tarihinde üç önemli mihenk taşı vardır: Cemil Cem, Cemal Nadir ve Turhan Selçuk. Cemil Cem (1882 -1950), editoryal denilen modern gazete karikatürünün babasıdır. Cemal Nadir Güler (1902 - 1947) Türk karikatürün ...
Kim derdi ki günün birinde onun yazdığı gazetede, belki de onun köşesine kurulup Kadıköy yazıları yazacağımı? Moda çay bahçesinde buluştuğumuz günü hatırlıyorum. Bana yeni projesinden söz etmişti. Sıradan insanları izliyor, portrelerini hafızasına kazırken zihninde hikâyelerini kurguluyordu. Hatta bazen fotoğraflarını bile çekiyordu. Aslında kal ...